Felsefe tarihine baktığımızda felsefelerinin yanında esasen yaşamı ile de hayranlık uyandıran filozoflar olmuştu. Bu bağlamda en bilinen örneklerden bir tanesi Antikçağa bir diğeri modern çağa ait iki filozof olan Sokrates ve Spinozaydı. Bunun en önemli nedeni içinde yaşadıkları toplumun iki filozofu elbette hak etmedikleri şekilde cezalandirmiş olması ve kendilerinin bu cezalara verdikleri olağandışı olgunlukta tepkileriydi. Spinozanın yaşamının bu yönü birçok insan tarafından ona saygınlık kazandırmıştı.
Bertrand Russell onun için şöyle yazmıştı ; “Spinoza büyük filozofların en soylusu ve en sevimlisidir. Zeka yönünden kimileri aşmıştır onu. Fakat ahlak sistemi yönünden en üstünü Spinoza’dır.”
YAŞAMI
Baruch Spinoza 24 Kasım 1632'de ticaret ile uğraşan yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amsterdam’da doğdu. Hollanda’ya on altıncı yüzyılın sonlarına doğru göç etmiş Portekizli Yahudi bir aileden geliyordu. Ailesi Yahudi olduğu için Portekiz’den engizisyonun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes’a sonra da Amsterdam’a gelmişlerdi. Ailesi Spinoza’nın haham olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu nedenle erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme olanağı bulmuştu. Böylece Amsterdam Yahudi topluluğu içinde Yahudi geleneklerine göre yetişti, lakin 1656 yılında, 24 yaşındayken ve henüz hiçbir şey yazmamış ve yayınlatmamışken cemaatten atıldı. Bu olay üzerine isminde bir takım değişiklikler yaptı. Spinoza’nın İbranice ismi Baruch’du. Ailesi tarafından ise Portekizce olan Bento adıyla cağırılmaktaydı. Cemaatten atıldıktan sonra ise ismini Benedictus olarak değiştirmişti. Artık o Yahudi Baruch Spinoza değil, 17. yüzyılın tanrıtanımaz ve sapkın düşünürü olarak tanınacak olan Benedictus Spinozaydı. Anadili İspanyolcaydı ve küçük yaşta Portekizceyi de öğrenmişti.
Erken dönem eğitiminde Eski Ahit ve Talmudu öğrendi. Ayrıca Yahudi dininin Neo Platoncu yorumlarıyla tanıştı ve daha sonra Moses Maimonides gibi Yahudi felsefecilerin yazılarını inceledi. Latinceyi bir Almandan öğrendi, bu dil üzerine çalışmasını bir Hristiyan olan Francis Van den Ende ile sürdürdü; ve yine onun eğitimi altında ayrıca matematik ve Kartezyen felsefe üzerine de çalıştı. Buna ek olarak biraz Yunanca öğrenmiş olmasına karşın, bu dile ilişkin bilgisi Latince bilgisine eşit değildi ve Fransızca, Italyanca ve hiç kuşkusuz İbranice ve Hollandaca ile tanıştı. Geçinme yolu olarak optik aletler için mercek işleme yolunu seçti ve boylece bir kendisi için dingin bir yaşam sürdürme yolunun önü açıldı. 1660'da Leyden yakinlarina yerleşti ve oradayken Londra’daki Royal Society’nin sekreteri olan Henry Oldenburg ile mektuplaşmaya başladı. 1663'de Lahey yakinlarina tasindi ve 1676 da Leibniz tarafından ziyaret edildi.
Spinoza hicbir zaman akademik bir konumda bulunmadı, 1673'de kendisine Heidelbergde felsefe profesörlüğü önerildi ama bunu kabul etmedi. 27 Şubat 1677'de muhtemelen mercek tozuna bağlı gelişen akciğer yetmezliğinden yaşama veda etti. Arkada bıraktığı eşyaların tümü cenaze masraflarını karşılayabilmek için açık arttırmaya çıkarıldı. Her ölüm erken ölümdür lakin o gerçekten erken ölmüştü. Cemaatinden aforoz edilmesi,yalnızlık, ekonomik problemler, suikast girişimi ve diğer tüm zorluklara rağmen o hafızalarımıza sevinç filozofu olarak kazındı. İşte bu yüzden bizlerin onun yaşamından öğrenmesi gereken çok şey vardı.
ÇALIŞMALARI VE ESERLERİ
Yaşamı boyunca Spinoza’nın yalnızca iki çalışması yayımlandı, ve bunlardan yalnızca biri kendi adıyla çıktı. 1663'de kendi adı ile çıkan Descartes Felsefenin İlkeleri ve onun minik eki olan Metafizik Üzerine Düşünceler yayımlanırken, Teoloji Politik Inceleme ise 1670'de anonim olarak yayımlandı. Spinoza’nın ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanan Leyden yakınlarında kalışı sırasında yazılmış olan Anlağın Iyileştirilmesi Üzerine İnceleme ve en önemli çalışması olan Etika ve Politik inceleme bulunur. Ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanan bu üç eser dışında 1851 yılında Kısa inceleme isimli eseri bulunup yayımlandı. Bunun yanında Mektuplarınin derlendiği bir kitap mevcuttu.
TANRITANIMAZLIK SUÇLAMALARI VE TANRI GÖRÜŞÜ
Spinoza için tanritanimazlik suçlamalarını henüz yaşadığı sirada bile görmek mümkündü. Bu suçlamalar kendi ölümünden sonra onun Tanrı anlayışı üzerine büyük bir tartışmaya neden olacaktı. Spinoza 19. Yüzyıla kadar tanrıtanimaz bir filozof olarak görüldü. Bu dönemde, düşünür ve filozoflar, felsefe yapabilmek ve ünlerini tehlikeye atmamak için Spinozacı olmadıklarını kanıtlamak zorunda hissediyorlardı. Saygın bir filozofun başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, “Spinozacı” damgası yemekti. 18. yüzyılın son çeyreğinde Almanya’ da büyük bir tartışma patlak verdi. Friedrich Heinrich Jacobi, 1783 yılında, Berlin Aydınlanması filozofu Moses Men delssohn’un, yakın arkadaşı olan G. E. Lessing’in bir Spinozacı olduğunu kabul ettiğini iddia eder. Jacobi’ye göre, ölümünden önceki yılın yaz aylarında, Lessing, bir Spinozacı olduğunu Jacobi’ye itiraf etmişti. Jacobi’nin amacı aslında ortadaydı. Bu dönemde Spinozacılık, ateizm ve kadercilik ile özdeşleştirilmekte, aklı başında bütün düşünürler de böyle bir damga yemekten ihtiyatla kaçınmaktaydı. Aslında Aydınlanma düşüncesine saldırmayı amaçlayan Jacobi, bu düşüncenin en saygın ve önde gelen ismi Lessing’i Spinozacılık’la itham ederek ortalığı karıştırmak istemekteydi ve bu girişimi başarılıydı. Dönemin tüm önemli isimleri, bu tartışma içinde saygınlıklarını da koruyarak kendilerine bir konum seçmek zorunda kaldı. Ancak Jacobi’nin ortalığın durulmasına izin vermeye hiç niyeti yoktu.
Friedrich Heinrich Jacobi
Tartışmanın patlak vermesinden iki yıl sonra Moses Men delssohn’ a Mektuplarda Spinoza Öğretisi Üzerine adlı eserini yayınlar. Bu metinde Jacobi, Spinoza sisteminin kaçınılmaz olarak nihilizme vardığını savundu. Ancak Jacobi’nin girişimi, şaşırtıcı biçimde, onun amaçladığının tam tersi bir şekilde sonuçlandı. Eşik bir kez aşılmış, öğretisini savunmak ya da onu aşmak için Spinoza’yı anmak, bir tabu olmaktan çıkmıştı. Spinoza’ya atfedilen bir “mutlak” düşüncesi etrafında, edebiyatta Alman Romantikleri, felsefede ise Alman İdealistleri yeni bir Spinoza imgesinin ortaya çıkmasına neden olacaktı. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca, edebiyat ve düşünce dünyasına damgasını vuracak olan romantik bir imgeydi. Novalis’in “Tanrı sarhoşu” Spinoza’sından, Goethe’nin christianissimus diye tanımladığı Spinoza’ sına, oradan da Hegel’ e “ya Spinozacılık ya da felsefesizlik” dedirten Spinoza’ya kadar, bu imge çeşitli dönüşümler geçirse de o güçlü etkisini sürdürdü. Schopenhauer’in Spinoza ile olan ikircikli ilişkisi ve Nietzsche’nin onun için bir şiir yazacak kadar, filozofa beslediği hayranlık-nefret, genel olarak Alman felsefesinin bu yüzyılda Spinoza ile uğraşmaktan vazgeçemediği olgusunu somutlaştıran başka örneklerdi. Bu kadar suçlama ve yorumun üzerine artık Spinozanin kendisine dönebiliriz. Spinoza’nın tanrı anlayışını şu iki kavram üzerine kuruluydu. Kendi kendinin nedeni veya başka bir deyişle var olmak için başka bir şeye ihtiyacı olmayan töz, var olmak için başka bir nedene ihtiyaç duyan Modus. Bu ayrım daha önce islam filozofları tarafından zorunlu varlık ve mümkün varlık şeklinde ortaya koyulmuştu. Spinoza için Tanrı ilksiz sonsuz ve bölünemez olan tözdü. Evren ise tanrının nitelikleri olan uzamın ve düşüncenin görünüşleriydi.
Özgürlük
Spinoza tanrı üzerine düşüncelerinden sonra tanrının ve modusların özgürlüğü konusu ile ilgilendi. Spinoza ancak kendi doğası tarafından belirlenen şeyin özgür olduğunu ileri sürdü. Kendi doğası tarafından belirlenen tek varlık ise tanrıydı. Diğer tüm varlıklar ise kendisi tarafından belirlenen değil. Başkası tarafından belirlenendi. Bu yüzden onların özgür olduğundan söz edilemezdi. Bu tutumu onu insan özgürlüğünü reddetmeye götürdü, onun insanın özgürlüğünü reddetmesi Transendantel Felsefenin onu karşına alması ile sonuçlanacaktı. Spinoza’nın tanrısı özgürdü. Ama iradeye sahip değildi. Spinoza iradeye sahip bir tanrının insan biçimli bir tanrı olduğunu ileri sürdü. O tanrının da var olan her şey gibi zorunlulukla hareket ettiğini düşündü.
TANRI KANITI
Spinoza’nın tanrının varlığına dair ileri sürdüğü kanıtın kökleri İslam coğrafyasında Farabi ve İbni Sina’ya. Batıda ise formüle edilmiş hali ilk defa Aziz Anselm tarafından kullanıldı. Anselm’in ardından pek çok filozofun tanrının varlığını gerekçelendirmek için kullanılan bu argümanın ismi “ontolojik argüman”dı . Bu argümana göre tanrı kendisinden daha eksiksizi düşünülemeyen varlıktı. Bu sebepten ötürü var olmak zorundaydı. Eğer var olmadığı düşünülürse kendisinden daha eksiksizi düşünülemeyen varlık olmayacaktı. Bu yüzden tanrının var olmadığını düşünmek çelişkili olacaktı. Tanrı zorunlu varlık olarak özü gereği var olmalıydı.
Comments